“Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanığın sahtekârlık kastı ile hareket edip etmediği hususundadır. Sorunun çözümü için öncelikle mağdurun rızası kavramı üzerinde durmak gerekir. Kamunun güveni aleyhine işlendiklerinde kuşku bulunmayan belgelerde sahtekârlık suçlarında, mağdurun rızası hukuka uygunluk sebebi sayılamazsa da, failin, belgede sahtekârlıkta bulunmak kastına etki yapmaktadır. Belgelerde sahtekârlık suçlarında kast, zarar vermek bilinci ve iradesi olarak kabul edilmektedir. Mağdurun önceden verdiği rıza üzerine onun imzasını taklit ederek kullanan mağdura zarar vermek bilinci bulunmayacağından kastın varlığı ileri sürülemez. Ancak doğal olarak, rıza üzerine başkasının imzasını taklit eden failin, mağdura her hangi bir zarar vermeyeceği kanısı ile hareket ettigi sabit olmalıdır. Mağdurun rızasının ortadan kaldırabilmesi için fiilin işlenmesinden önce açıklanması zorunludur. Mağdurun rızası açık olabileceği gibi zimni de olabilir. Özellikle iki kişi arasındaki ilişkiler, böyle bir rızanın varlığını ciddi olarak kabule elverişli olduğu takdirde, bu rızaya dayanarak başkasının imzasını atan kimsede suç kastının varlığı kabul olunamaz. Yargıtay’ın duraksamasız uygulamaları da bu yöndedir. Bu genel açıklamalardan sonra olaya bakıldığında; aksi kanıtlanamayan ve tanık F. tarafından da doğrulanan savunmaya göre, sanık, şikâyetçiden aldığı borca karşılık verdiği suça konu bonoda, annesi F.’nın kendisine önceden verdiği rızaya dayanarak, onun yerine imza atarak, bonoyu şikayetçiye vermiştir, Borç ödenmeyince şikayetçi senedi icraya koymuş. Fatma zaman kazanmak amacıyla imzaya itiraz etmiştir. Nitekim bu hususu duruşmadaki beyanında açıkça söylemektedir. O halde, sanığın önceden mevcut rızaya dayanarak annesi adına suça konu bonoya sahte imza attığı anlaşıldığından, sanıkta sahtekârlık kastı bulunmamaktadır. Bu itibarla yüklenen suçun manevi öğesi bulunmadığından direnme kararının bozulmasına, karar verilmelidir. (Oybirligiyle)” (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 30.3.1992 tarih, 6 80/98 E.-K.)
